Resilience-Esnek dirençlilik

Geçenlerde Ali ile ODTÜ Yalıncak tarafına yürüdük. Yalıncak’ta bir pınar var, yaz kış durmadan akan iki kurnadan su akar, yazın sıcak günlerinde bu sudan içmek çok ferahlatır. Bu pınarın çevresinde en göze çarpan ağaçlar söğütler. Bunlardan biri pınar suyunun ayağında, tüm haşmetiyle her sene biraz daha uzayarak, incecik dalları nazlı nazlı salınarak bana moral verir. Kimbilir kaç yaşında ve dimdik. Aynı alanda böğürtlenler, meşeler ve diğer başka ağaçlar var. Umarım pınarın suları kesilmez ve buradaki güzellikleri uzun seneler sularıyla besler. Buralara gelen insanlar da bu güzelliklerden beslenir ve güzel eserler üretirler. Hatta bu alanda bir yaz akşamı güzel bir konser bile hayal ettim. Arka planda şırıl şırıl su sesinin eşlik ettiği.. Belki şairler burada doğaya yönelik şiirler yazar, ressamlar resim yaparlar. Çocuklarla doğada gözlemler yapılır, değişik mevsimlerde neler oluyor gözlemleyebilirler. Kuşlar, ağaçlar, çiçekler, böcekler, güneşin doğuşu, batışı. Yalıncak yolunda hala ayakta kalan badem ağaçları da çiçek açmış. Öyle özenli bir güzellik ki, bıkmadan usanmadan bu döngüyü sürdürüp duruyorlar. Doğa öğretmeninin bilgeliği, güzelliği, bolluk ve bereketi hepimize iyi gelir.

Başlıktaki ‘Resilience’ kelimesi de nereden çıktı dediğinizi duyar gibiyim. Bu sözcüğü ilk kez ”Transition Town- Geçiş Kasabası’ hareketiyle duymuştum. İngiltere’de Totnes isimli kasaba ilk Geçiş Kasabası. Amaçları da iklim krizine- petrolün tükenmesine karşı dayanıklı olmak için yapılabilecekleri araştırmak, bunları hayata geçirmek. Transition Network yaygın bir şekilde çalışmalarını sürdürüyorlar. Belki ilerde bu konuda da bir şeyler yazarım. Resilience’ın dilimizde tam karşılığını bilmiyorum. Sözlükte resilience için dirençlilik, mukavemet, değişime ayak uydurma, çabuk iyileşme gücü, zorlukları yenme gücü, esneklik vb. pek çok sözcük yazılmış. Ben resilience için esnek dirençliliği seçtim. Dayanıklılık da olabilir ama esneklik önemli bir boyut gibi geliyor. Yaş bir dalı elinizde bükmeye çalışırsanız kırılmaz ve uyguladığınız kuvvet aşırı değilse bıraktığınızda eski haline döner. Oysa kuru bir dala benzer kuvveti uyguladığınızda dal çat diye kırılabilir.

Şimdi dönelim bizim Yalıncak’a. Biraz önce örnek verdiğim güzel ve ayakta dipdiri duran ağaçların yanısıra aynı alanda 3 tane daha ağaç var ki bunlar adeta esnek dirençlilik örneği. Pınarın bulunduğu alana girerken solda bir dut ağacı var. Bir kaç sene önce sanırım yıldırım düşmesi sonucu kavrulmuş, gövdesi simsiyah olmuştu. Aradan geçen zamanda bu talihsiz kazadan hiç eser kalmamış ve ağaç bahar hazırlıkları içinde, dallarda filizler, yeni sürgünler.. Alana girerken sağ taraftaki dut ağacı da çok yaşlı olmalı, gövdesi boşalmış, hatta birileri getirip gövdedeki oyuğa koca bir taş koymuşlar. Biz de bu taşı gövdeden çıkarttık. O dut ağacı da bu bahar sapsağlam ve bahar hazırlıklarına başlamış bile. Ama beni en şaşırtan ve bu yazıyı yazmama neden olan da o ayaktaki söğütün kardeşi olduğunu sandığım onun kadar haşmetli diğer söğüt ağacı. Ağaç çok yaşlı olmalı, belki de diğer söğüt ağacı kadar şanslı konumda değil, sudan uzak ve yeterince su alamıyor. Evvelsi sene gövdesinin yarısını oluşturan büyükçe bir kısmı ağaçtan ayrılarak yere yığılmış. Geçen sene bunu görünce epey üzülmüştüm. Bu ziyarette o yere düşen parçadan filizler çıktığını, hatta iki tane ağacın oluştuğunu görünce çok sevindim. Ağacın etrafında da yerden çıkan çok fazla filiz vardı. Tüm bu canlılık esnek dirençlilik değil de nedir!!!

Kendi kendime doğadan öğrenecek çok şey var dedim. Esnek dirençliliği de doğadan, ağaçlardan öğrenmeliyiz. Umarım bu yaz çok kurak geçmez de bu oluşumların büyük bir kısmı hayatta kalır. Bu mevsimde ve her mevsimde Yalıncak, pınar, ağaçlar, kuşlar çok güzel. Mutlaka gidip görün, onlarla konuşun, sevdiklerinizle gidip onların da bunları deneyimlemesine katkıda bulunun….

Cemreler

Bugün Şubat ayının 21’i, Ali ile ODTÜ ormanına gittik. Yolda tek tük minik çiğdemler gördük. Ama çamların olmadığı bir alana gelince koca koca, sapsarı çiğdemleri görmek bizi çok mutlu etti. Çiğdemlerin altı yaprağı var, orta büyüklükteki çiçeklerin bir yaprağı biraz uzun ve daha sivri, biraz büyükçe olanların üç yaprağı biraz uzun ve sivri, üç yaprak daha kısa ve yuvarlak. Bunun nedeni ve neye yarıyor diye merak ettim. Senelerce önce ODTÜ’den getirip bahçeye diktiğim iki çiğdem soğanı bahçede çoğaldı durdu. Biraz da sıkışıklar. Belki zamanla seyreltmeliydim ama bazılarını kaybedebilirim diye yapmadım. Güneşte sarı sarı açıyorlar ve bizi çok mutlu ediyorlar. Bahar geliyor diye mutlu oluyoruz. Doğanın bu yılmayan yorulmayan devinimi çok moral veriyor. Dışarda ne oluyor pek de takmıyorlar, saatleri gelince ne yapmaları gerekiyorsa yapıyorlar. Cemreler de düşmeye başladı. Bu hafta havaya, haftaya suya, sonra toprağa düşecek. İnanışa göre hava, su, toprak ısınacak. Şubat sona yaklaştı, ama bu sene pek kış olmadı gibi. Eskiden bu coğrafyada Ekim sonu başlayan kar marta kadar sürer, mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırırdı. Mart ayına hep şüpheyle bakardık, hava ısınır gibi olurken donlar olabilir. Soğukları önemserdik. Mikropları kırar diyerek adeta beklerdik. Ama soğuk yok, yağış yok. Geçen sene yaz da bir türlü gelemedi. Domatesler kızaramadı. İklim değişikliği burada ve etkileri ciddi de yapılan bir şey yok. Bizim politikacılarımız uluslararası toplantılarda imzaları atıp geliyorlar. Eylem sıfır. Her gün binlerce araç yollarda, akın akın. Çoğu da tek araç, tek şöför. Yani 60-70 kilogram yükü 1.5-2 tonluk bir araca taşıtıyorsunuz. Araba ithal, yakıt ithal, karbon dioksit ve iklim etkisi bize kalan.

Ağaçlar ayakta ölür diye bir söz vardır. ODTÜ Ormanında en güçsüz ve genç ağaçlardan epey ölenler olmuş. Sanırım kökleri derinlere ulaşamadığından kuraklıkla başa çıkamamışlar. Umarım sıra daha büyüklere gelmez. Ormanda yer yer yoğun kuş tüyleri var. Sanırım bir yırtıcı hayvan kuşlarla avlanıyor. Ama tüyler dışında başka bir şey bırakmıyor.

ODTÜ A4 kapısı yakınında çılgın bir erik ağacımız var. Geçen sen Aralık ayında çiçek açtı. Şimdi de Şubat ayında açmış çiçeklerini. Oysa badem ve kayısılar acelecidir ve çiçek açtıktan sonra bir gece soğuğu indirir çiçekleri. Meyve falan olmaz. Seneler önce Aşkın Sürmeli isimli çok değerli bir ziraat mühendisi arkadaşımız ağaç diplerine üre konulmasının çiçek açmayı geciktireceğini anlatmıştı. Biz de gidip ağaçların altına çiş yapsak aynı işi görür mü diye aramızda şakalaşırdık. Hiç denemedik. Aşkın Sürmeli Türkiye’de organik tarımın yerleşmesinde çok öncü görev aldı. Ancak çok genç yaşta kanserden kaybettik. Işıklar içinde yatsın…

Ali 3-4 gündür virütik bir hastalıkla evden çıkamamıştı. Ormanın şifalı gücü ona çok iyi geldi. Nefesim açıldı dedi. Orman adeta Ali’nin virüslerini çekti aldı. Her adımda ayrı bir güzellik ve şifa,

Ormanı bizlere bağışlayanlara binlerce şükran, ormanımız uzun ömürlü olsun…

Güneşköy’ü Sürdürelim!!!-1

Blogumuz Sürdürülebilir ODTÜ ama epeydir çok emek verdiğimiz bir başka kuruluşun sürdürülebilirliği tehlikeye girdi. Bu bizi çok üzüyor. Bugünkü konumuz Güneşköy’ün Sürdürülebilirliği üzerine. Bu 22 yıllık bir hikaye o nedenle bu konuda birden fazla yazı yazacağım. Güneşköy 2000 Yılında on ortağın katıımıyla kurulan bir Kooperatif. Güneşköy 2002 yılında ortaklarının parasal katkısıyla Kırıkkale- Ankara sınırında, Hisarköy’ün Çiftlik Mahallesine komşu bir arazi satın aldı. O tarihte arazi fiyatları oldukça ucuzdu. 75 Dekar araziye 20.000 lira civarında para ödendi. Arazi almadan önce iki sene uygun arazi arandı. Hisarköy’lüler hazineye ait bu arazinin satılmasını pek istemediler. Hisarköy kahvesinde köylülerle çok sayıda toplantılar yaptık. O zamanki Muhtar Mehmet Çetin ve bir kaç köylü bizim araziyi satın almamıza onay verdi. Kooperatif araziyi satın aldı. O zamana kadar işlenmemiş, taşlık bir araziydi. Büyük bir kısmı da tepelerden oluşuyordu. İlk yaptığımız işlerden birisi arazinin etrafına basit bir çit çekmek oldu. Çit boyunca 278 adet çeşitli çalı türü bitki ve ağaç diktik. Yaklaşık 2 sene boyunca hafta sonları bazı günler 15-20 kişi giderek arazide taş topladık. Arazide ne su, ne de elektrik yoktu. 2004 yılında Hisarköy’den komşumuz Nezir Bey’in yardımlarıyla ilk binamızı inşaa ettik. Mimar ortaklarımızdan Evren Yılmaz binanın tasarımını yaptı. Bina iki odadan oluşan sonsuzluk şeklinde bir yapıydı. Girişteki bölme mutfak olarak kullanıldı. Oradan geçilen ikinci kısım gerektiğinde konaklanabilecek bir oda şeklindeydi. Binanı çatısı bir külah gibi binaya oturtuldu ve üzeri hasır- bambu ile kaplandı. Her iki odada da 2’şer pencere vardı. Bu binayı yaklaşık 5-6 yıl kullandık.

1996 yılında kurulan Küresel Ekoköy Ağı’nın (Global Ecovillage Network-Europe, GEN Avrupa) her sene farklı bir ekoköyde yapılan toplantılarına ilk Polanya’da yapılan toplantıya giderek başladık. Bu toplantıya 40-45 kişi katılmıştı. 2004 Yılında Güneşköy olarak GEN’e ‘tam üye’ olduk. İki dönem 7 kişiden oluşan GEN Konseyinde görev aldım. Normalde üyeliğe kabul için o ekoköyde devamlı yaşayan 8 kişi olması şartı vardı. Ancak biz avrupada büyük ölçüde yok olmuş, geleneksel bir köye komşu olduğumuzu ve onlarla çalışmalar yaptığımızı söyleyince bizi tam üyeliğe kabul ettiler. Daha sonra her yaz Temmuz ayında yapılan GEN toplantılarına sürekli katıldık. İlk yıllarda sadece üyelerin bir araya geldiği bu toplantılar daha sonra 3 günlük üye toplantısını takip eden 3-4 günlük konferanların eklendiği toplam bir haftaya yayıldı. Konferanslar bize çok şeyler kattı. Biz de kendimizi GEN ailesinin parçası olarak görmeye başladık. Zamanla bu toplantılara katılanların sayısı 450-500 kişiye ulaştı.

2006 Yılında UNDP GEF SGP projesi desteğiyle başlattığımız Biyoyakıt Projesini ODTÜ, Türk Traktör, Ankara Üniversitesi, Kırıkkale İl Tarım’ın destekleriyle sürdürdük. Bitkiler büyürlerken havadan aldıkları karbondioksiti depolarlar. Bitki yakıldığında da havadan aldıkları karbondioksiti geri verirler. Bu bakımdan bitkisel kaynaklı yakıtlar karbon nötr olarak bilinirler. Oysa petrol, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtlar yakıldıklarında milyonlarca yılda oluşup, depoladıkları karbon dioksiti havaya salarlar ve giderek etkilerini çok hissettiğimiz iklim değişikliğinin önemli etmenlerindendir. SGP Projesi kapsamında yağ oranı yüksek kanola yetiştirdik. Proje kapsamında yağ sıkma makinası da satın aldık. Yetiştirdiğimiz kanola bitkisinin yağını çıkaratarak Türk Traktörün bu proje için Kooperatife verdiği traktörde yakıt olarak kullandık. Bunun için traktöre ek bir ünite satın aldık. Traktöre mazot deposuna ek olarak bir de yağ deposu ekledik. Başlangıçta mazotla çalıştırılan traktör yağı ısıtıyor, ısınan yağ daha akışkan hale geliyor, sonra da yağ yakılarak traktör kullanılıyor. Eklenen ünite kullanılan yakıtın değiştirilmesi için kullanılıyor. Yaklaşık 2 sene bu traktörü yağ yakarak başarılı bir şekilde kullandık. Projenin sağladığı parasal destek ile Güneşköy arazisine elektrik getirdik ve komşumuz Saadet ve Ekrem’in arazilerinde bir kuyu açıp Güneşköy’e su getirdik. Proje desteğiyle arazide duvarları saman balyasından çatısı mandala şeklinde bir bina inşaa ettik. Bu inşaat sırasında bazı günler 50-60 kişi çalıştık. Projede sağlanan parasal desteğin 2-3 misli destek almışız gibi iş başardık. Araçlarda biyoyakıt kullanımı özellikle Amerika’da çok yaygın. Biz bu projede biyoyakıt kullanmayı düşünenlerin arazilerinin sadece yüzde 10’unda yağ bitkisi yetiştirmelerini önerdik. Biyoyakıt için yağ bitkisi yetiştirmek diğer gıda maddelerinin üretimiyle rekabet etmemeli. Bu projeyi başarıyla tamamladık ancak tüm köyde yaygınlaştıramadık. Yağ bitkisi olarak seçtiğimiz kanola yağışa çok hassas, belli bir boyuta gelene kadar yağmur olmazsa ürün vermiyor. Daha sonra aspir ekimi de denedik. Ayçiçeği yağ oranı bakımından kanoladan daha düşük yağ içeriyor ama bizim ykınlarımızda ekimi yapılan bir bitki, benzer şekilde biyoyakıt olarak kullanılabilir.

Daha sonra ekonomik olarak sürdürülebilirlik arayışına geçtik. Buğday Derneği İstanbul’da Cumhuriyet Köyü Yakınındaki bir arazide Topluluk Destekli Tarım (TDT) uyguluyordu. 2006 yılında Ali ile İstanbul’a gittik. Buğday Derneğinin kurucuları Viktor Ananias ve Güneşin Aydemir bizim çok sevdiğimiz iki dostıumuzdu. Karaköy’deki evlerinde bize “Bahçemiz” projesinin her detayını anlattılar, yazılı dökümanlar verdiler. Ankara’ya geri dönünce TDT Projesi olan “Güneşköy Bahçemiz Projesi” hazırlıklarına başladık. 2006 yılında Organik Tarım Sertifikası aldık. Bahçemiz projesi çok başarılı bir şekilde 2022 yılına kadar devam etti. Bu projede önce Hisarköy’den bir çiftçi çalıştı, daha sonra yakınımızdaki Çiftlik mahallesinden iki çiftçi kadın ona eşlik etti. TDT çalışmasında şubat-mart gibi bu çalışmanın çağrı metinleri yaygınlaştırılıp “destekçiler” katılıma davet ediliyor. Mayıs ayında destekçi listesi tamamlanıyor. Bu arada tarla ekime hazır hale getiriliyor, ekimler yapılıyor. Haziran sonu başlayan hasat önce 1-2 kilo ürünle başlayıp daha sonra 10-12 kilograma kadar çıkıyor. Haftada iki gün toplanan ürünler destekçilere ulaştırılıyor. İlk yıllarda adres teslim yapılan bu dağıtım son yıllarda sadeleştirildi ve şehirde belirlenen 4 teslim noktasına indirgendi. Bunlardan ikisine bir gün, diğer ikisine diğer gün paketler bırakıldı. Paketler bırakılınca destekçiler haberdar edildi, gelip paketlerini teslim aldılar. Destekçilerin sayısı seneler içinde 40-100 arasında değişti. Zaman zaman destekçilerden Güneşköy’ü ziyaret edenler, hasat ve paketlemeye yardım edenler de oldu. 2022 Ocak ayında bu projede 11 yıl çalışan Çiftçimiz Celal sağlık kontrolüne gittiğinde kalp damarlarının tıkanık olduğu görülünce bypass ameliyatı geçirdi ve artık çalışamıyarak ayrıldı. Daha sonra bu işi yürütebilecek bir çiftçi bulmamız mümkün olamadı. 2022 yılında TDT projesi yapmaya ara verdik.

ODTÜ ORMANI

Pandemi sürecinde ODTÜ Ormanı bize ilaç gibi geldi. Hemen hergün kimi zaman 4-5 km kimi zaman 7-8 km yol katettik ormanda. Tabii bu yürüyüşlerde ‘Orman Banyomuzu’ yaparken aklımıza da onlarca güzel fikir geliyor. Her zaman bu ormanı ODTÜ’ye ve Ankara’ya armağan eden büyüklerimizi şükranla anıyoruz. Bu sabah yürürken hava epey soğuktu ama harika bir güneş çıktı, yerde kar tanecikleri ışıldıyor, orman sessiz ve huzurlu. Yürürken aklıma kaldığı evde intihar eden sevgili Enes geldi. (Anne) ve babası ona kulak verebilseydi ve aramızda olsaydı diye düşündüm. Umarım onun zamansız ve üzücü kaybı iyi birşeylere vesile olur. En başta da (anne)-babalar çocukları ile iletişimi önemserler. Onların beni duyun, beni görün çığlıkları karşılıksız kalmaz. Yazarken nedense anne sözcüğünü paranteze alma ihtiyacı duydum. Sanki Enes’in annesi bu olayda yok gibi, onun sesi çıkmıyor Enes’in o evde kalmasına öğretmen olan baba karar veriyor. Bazan beklenmeyen bir ölüm sonrası ölen kişinin organları pek çok kişiye hayat verir. Bu olayda da öyle hissediyorum, Enes’in ölümü pek çok gencin hayatta kalmasına vesile olacak. Babalar annelerle, her ikisi çocuklarıyla bağ kuracak, onları anlamaya çalışacak diye ümit ediyorum. ODTÜ Ormanının büyüsü böyle işte, Enes’in kaybından diğer gençlerin aileleriyle iletişimlerinin iyileşmesine ve yaşama tutunmalarına bir yol gösterdi. Varol güzel ormanımız ve teşekkürler ormanı oluşturanlar.

Ormanımız büyük ölçüde karaçam ve sarı çamlardan oluşuyor. Son senelerde sedirler de dikildi. Tabii at kestaneleri, alıçlar, ahlatlar ve diğer ağaç ve çalıları unutmamak gerek. Epeydir bir andız ağacı ailesiyle dostluğumuzu sürdürüyoruz. Uzaktan tek bir ağaç gibi görünüyor, yanına gelince baba, anne ve çocuktan oluşan bir üçlü, ama o da ne bir yanlarında da minik, yapraklı bir ağaca kucak açmışlar. Öyle farklı, yoğun yeşil bir küme. Onun biraz ötesinde yatan ağaç var. Bu bir karaçam. Geçen sene devriliverdi. Ama kökleri topraktan tam da ayrılamadı. Hala topraktan besinini alıp üstteki dalları yeşil tutuyor.

Bugün Yalıncak tarafındaki pınara kadar çıktık. Pınarın etrafında çok sayıda ulu söğüt ağaçlarıyla çevrilmiş. Bunların çevresinde burasının fidanlık olduğu zaman dikilmiş meşeler var. Son yıllarda söğütlerin hemen hepsini ökseotu kapladı. Ökseotundan mı, yoksa yaşlı olduklarından mı söğütler de ölüyor. Görünüşe göre söğütler 100 yaşını görmüşler. Ama kocaman gövdelerinde dış kabukları soyuluyor, bir tane kocaman gövde de şimdiden kırılıp uzanıvermiş. Pınar da hiç kurumadan akıp duruyor. Özellikle yaz aylarında pınarın suyuna doyum olmuyor.

ODTÜ Ormanı Ankara’daki en büyük tek yeşil alan. Umarım korunur ve nesiller boyu güzel düşüncelere esin kaynağı olur.

Paris İklim Değişikliği Anlaşması Onaylandı

İnsanlar istedikleri bir şey hiç beklemediği şekilde çabucacık gerçekleşiverince ‘Keşke başka bir şey isteseymişim’ derdi. Türkiye Nisan 2016’da imzaladığı Paris anlaşmasını meclisinde onaylamayan 6 ülkeden birisiydi ( İran, Irak, Eritre, Libya Yemen ve Türkiye). Bir çırpıda bu ayıptan kurtulduk. Hatta Çevre ve Şehircilik Bakanlığının ismi bile ‘Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı oldu. Tabii şimdi bu anlaşmanın gereklerini yerine getirmekte sıra. Kömürü nasıl devre dışı bırakacağız. Bu imzanın nükleeri destekleme anlamına geleceğinden çekinenler var. Tabii Türkiyenin bu imza ile destek beklentisi var. Bakalım önümüzdeki günler bu konuda ne gösterecek. Avrupada pek çok ülke 2050 planlarını yaptı ve açıkladı. Umarım bu planlar uygulanabilir.

Tabii benim merak ettiğim konulardan birisi ulaşım ve iklim değişikliği konusu. Ankara’nın 1000 kişiye 280 arab ile rekoru elinde tuttuğunu görünce şaşırmadım desem yeridir. İnsanlar kısa mesafeler arasında toplu taşıma ulaşım ağlarının işe yarayacağını ifade ediyor. Bir ODTÜ çalışanı arabasıyla ODTÜ’ye 10-15 dakikada gelebildiğini, ancak toplu taşıma tercih ettiğnde 1,5 saati bulduğundan yakınıyor. Bir önceki belediye başkanı zamanında mevcut toplu taşıma hatları çok daraltılmıştı. Pek çok semt otobüsünün yerine doğrudan metroya ulaşım servisleri konuldu. Pandemi nedeniyle toplu taşıma rağbet iyice düştü. Oysa bir metro seferinde birkaç yüz kişiyi taşımak mümkün.

ODTÜ pek çok alanda öncülük, rehberlik rolünü başarıyla yürütmüştür. Ulaşım alanında da öncülük yapabilir. Hele araç paylaşımı bugünden yarına tarfikteki araç sayısını en az yarıya indirecek bir uygulamadır. Haydi ODTÜ yarınlar senin.

İklim Değişikliği- 2015 Paris Anlaşması-Türkiye

İklim Değişikliği artık inkar edilemeyecek boyutta kendini gösterdi. Kırıkkale-Ankara sınırındaki Güneşköy yakınındaki ekin tarlaları Mayıs ayında sap sarı oluverdi. Ekinler baş bağlamayı bırakın sap bile üretmedi. Tarla sahipleri tarlayı sürmeye kalkışmadı bile, hayvanları tarlaya sürüverdi. Onlar da kısacık sapları midelerine indirdi. Kış için gereken saman yok. Hayvanları doyurmak giderek zorlaşacak belki çoğu erken kesime yollanacak. Süt ve süt ürünlerinin yanına yaklaşılamayacak. Buğday kuru tarımla yapılıyor, ya sebzede durum nasıl? Sebzelerin canlı kalması, olgunlaşıp ürün vermesi için sıcak yaz aylarında bol bol sulanmaları gerek. Derelerde su kalmadı. Çiftçiler büyük ölçüde vahşi sulama yapıyor. Bir komşumuz sebzelerini yaşatmak için bizim suyumuzu kullandı. Biz en baştan damla sulama yapıyoruz. Komşumuz aynı büyüklükteki tarlası için bizim 8 katımız su kullandı. Damla sulamaya geçmesini söyledik, bu bizi aşar, devlet yapmalı dediler. Maliyetini ve nasıl yapılacağını bilmiyorlar, öyle olunca da uygulanmıyor. Konya’da açılan kuyularla yeraltı suları bitirildi ve obruk adı verilen kocaman çukurlar oluşuyor. Çok yakında heryerde benzer durumlar ortaya çıkacak. Tarım kullanılabilir suyun yüzde 77’sini kullanıyor. Ama beslenmemiz için tarım çok önemli. Bu sene pazar ve marketler el yakıyor. Pazarda tezgahlar ürün dolu ama herşey çok pahalı olduğundan insanlar satın alamıyor. Bakalım bu durum nereye kadar sürecek?

Aralık 2015’de Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler 21. Taraflar Konferansında, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi gündeme geldi. Buna göre sanayii öncesi döneme kıyasla sıcaklık artışını 1.5 derecenin altında tutulması ve karbon emisyonunun 2050 yılına kadar sıfırlanması hedeflenecek. Bu anlaşma belki de en hızlı imzalanan anlaşma oldu, 4 Kasım 2016 yılında yürürlüğe girdi. Ancak imzalamak işin başlangıcı. Bunu imzaladıktan sonra meclisinize götürüp onaylamanız ve imzaladığınız anlaşmanın gereğini yerine getirecek planlamayı yapıp eyleme geçirmeniz gerek. 197 ülkenin imzaladığı bu anlaşmayı parlemontalarından geçirmeyen altı ülke Eritre, İran, Irak, Türkiye ve Yemen. Bu utanç veren bir durum. Eylül ayında New York’ta yapılan Birleşmiş Milletler toplantısında Cumhurbaşkanı bu anlaşmayı meclise getireceğini ifade etti. Biran önce meclisten geçirilmezse yurtdışına ihracat yapan işadamları fazladan para ödemek zorunda kalacaklar. Önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz. Türkiyenin karbondioksit eşdeğeri sera gazı emisyonu 2018 yılında 1990 yılına göre yüzde 138 artarak 520.9 milyon tona ulaşmış. Kişi başına emisyon 6.4 milyon ton.

Bu arada ODTÜ’nün Batı yakasında İ. Melih Gökçek zamanında bir gecede ağaçları kesilerek yok edilen ancak Gökçek Belediye Başkanlığından alınınca yapılmayan yol projesi Ankara Büyükşehir Belediyesince hortlatıldı. Ortadoğu Öğretim Elemanları Derneği Belediye Başkanı Mansur Yavaş ve ekibi ile 3 toplantı yaparak yolun yapılmaması gerektiğini ve alternatiflerini dile getirdi. Bu kapsamda araştırma yaparken İstanbul Büyükşehir Belediyesinin 2018 yılında İklim Değişikliği Eylem Planı raporunu hazırladığını ve kamuoyuyla paylaştığını gördüm. Rapora göre İstanbulda sera gazı emisyonlarının yüzde 28’i ulaşım kaynaklı. Ankara Büyükşehir Belediyesi henüz böyle bir rapor hazırlamamış. Ancak Ankara 1000 kişiye 280 araç ile Türkiye birinciliğini koruyormuş. Pandemi nedeniyle herkes koşullarını zorlayarak özel araç aldı, insanlar heryere kendi araçlarıyla gitmeyi tercih ediyor. Araçların büyük çoğunluğunda sadece sürücü var. Kullanılan petrolün, saçılan karbondioksidin haddi hesabı yok. Belediye pandemi süresinde toplu taşıma araçlarından büyük bir kaçış olduğunu belirtti. Pekala çok kişiyle seyahat özendirilebilir. Tahsisli yollar denenebilir. Londrada şehir merkezine gitmeyi caydırıcı yapmak için toplu taşımada bile yüklü bir para ödeniyor. Ulaşım ile ilgili ayrı bir yazı yazmak şart oldu. İklim değişikliğini önleme adımlarının biran önce atıldığı bir güne uyanmak dileklerimle iyi geceler diliyorum.

İlişkilerin Sürdürülmesi-Bizim Dünyamız

Geçenlerde kitaplarımı gözden geçiriyordum. Çok sevgili İrem Çağıl’ın kurduğu Sinek Sekiz yayınlarından kitapları görünce çok mutlu oldum. İrem düştü aklıma. İrem ile Şubat 2009’da ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezimizde düzenlediğimiz ‘Dragon Dreaming’ çalışmasında tanıştık diye hatırlıyorum. Avustralyalı hocamız John Croft’ın sürükleyici anlatımıyla geçen 3 günlük eğitim sonunda herkes çok içten paylaşımlarda bulundu. Öyleki çalışma sonrasında etkinliğe katıların bazılarıyla birlikte bazı çalışmalar yapabildik ve ilişkilerimizi sürdürebildik. Sevgili İrem’in Sinek Sekiz kuruluş hikayesi de anımsadıklarımdan. İrem o sıralar Ankara’daydı. Sonra kırsal, ardından İstanbul ve şimdi Dalyan’da. İstanbul’da olduğu zaman güzel kızı Kiraz’ı doğdu. Bir İstanbul yolculuğu dönüş yolunda İremi aradık, sağolsun çıktı geldi, Kadıköy’de buluştuk, kısaca süre içinde hasret giderdik. Kütüphanemdeki Sinek Sekiz kitapları sanki onu bana geri getirdi. Dalyan’da Sinek Sekizi aradım, not bıraktım, İrem beni geri aradı. Dalyan’da eski PTT binasını kiralamış, onarıyormuş, sonra yeniden Sinek Sekiz’de harika eserler ve ürünler üretmeye devam edecekmiş. Çok mutlu oldum. Yeni kitaplarını sabırsızlıkla bekliyorum. Kitaplar da bir bağı canlandırmaya yarıyabiliyormuş. Bazılarıyla uzun süre görüşemesek de bağlar kopmuyor, ama bazı kişilerle bir defalık bir etkileşim oluyor, yollar ayrılıyor, sonra birbirimizi hiç tanımamışız gibi unutup gidiyoruz. Bu fark nereden geliyor, ilişkiler zaman zaman sürdürülebiliyor, bazı zaman da sürmeyip sonlanıyor. Neden böyle merak ettim. Bunda iki tarafında katkısı var mı acaba?Cevabını bilmiyorum ama düşüneceğim.

Sinek Sekiz kitaplarının bir özelliği de kullanılan kağıt sürdürülebilir bir orman kaynağından, asit içermeyen kağıt kullanılması. Kitapların kapak tasarımlarını da İrem yapıyor. Bu kitaplardan bir tanesinden kısaca söz edeceğim. 2015 Temmuzunda basılan “Bizim Dünyamız, Bir Zen Rahibinin Barış ve Ekoloji Hakkındaki Düşünceleri, Zen Rahibi Thich Nhat Hanh tarafından 2008 yılında yazılmış. Orijinal ismi ‘The World We Have’. Kitabın çevirisini Demet Tığın Hakman yapmış. Kolayca okunabiliyor. Sanskritçe sözcükler de dipnotlarda açıklanmış. Kitabın girişi bölümünü yazan Alan Weisman Thich Nhat Hanh’dan bir alıntıyla başlamış: “Gezegenimizi korumak ve ona iyi bakmak için her birimizin yapabileceği bir şey var. Çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceğini mümkün kılacak bir yaşam sürmeliyiz. Yaşamımız, verdiğimiz söz, aktarmak istediğimiz mesaj olmalı.” ( Sürdürülebilir Yaşamın farlı ama çok güzel bir ifadesi!!). Çevirenin notunda açıklanan Budizmin temel kavramlarından “Sunyata“, İngilizceye emptiness, voidness, Türkçeye “boşluk” olarak çevrilebilen bir kavram. Ancak Sunyata hiçlik ya da yokluk değil. Sunyata kavramından, bir varlığın/ olgunun kendi başına, diğer her şeyden ayrı ve bağımsız, mutlak bir varlığı olamıyacağını, ancak zıddıyla beraber, kendi dışındaki diğer her şeyle bağlı ve bağımlı olarak var olduğunu, herşeyin aslında birbirini içerdiğini anlıyabiliriz.” Sanskritçede ‘smrti’ kavramı İngilizcede ‘mindfulness, awareness‘, Türkçede ‘farkındalık‘ olarak kullanılıyor. Farkındalık düşünce ve duygularımızı katmadan, tıpkı bir gözlemci gibi, yargılamadan, yorumlamadan, analiz etmeden, zihnimizin yerine sezgilerimizle, çevremizde olan biten her şeyi, her varlığı, her olguyu, kendi duygularımızı ve halimizi de olduğu gibi kabul ederek, bulunduğumuz ana odaklanmak ve o anın tecrübesinin bilincinde olmaktır. Bu tanım beni Marshall Rosenberg’in geliştirdiği Şiddetsiz İletişim’e götürdü. 12 kişilik bir grup uzunca bir süre, İstanbuldan gelerek bize dersler veren sevgili Hale arkadaşımızın özverili ve güzel paylaşımlarıyla “Yürekten İletişim” çalışmaları yapmıştık. Şiddetsiz İletişimde ilk adım ‘yargısız gözlem yapmak‘. Basit görünen Yargısız Gözlem aslında hiç de kolay değil. Uzun süre pratik yapmak gerek. Biz eşimle bu çalışmalara katıldığımızdan bu konuda pratik yapmak fırsatımız oldu.

Neyse İlişkiler, İrem, Sinek Sekiz, Şiddetsiz İletişim derken biraz uzadı. Şimdilik hoşçakalın. Daha sonra ‘Bizim Dünyamız’a döneceğim.

Aktif Umut

Aktif Umut ( Active Hope) -İçinde bulunduğumuz karmaşaya çıldırmadan nasıl göğüs gerebiliriz?
Joanna Macy ve Chris Johnston’un yazdığı, Nuray Önoğlu’nun 2013 yılında Türkçemize kazandırdığı bir kitap. Joanna Macy’yi daha önce ekoköylerdeki toplantılarda çok duymuştum. Hatta onun öğrencilerinden birinin düzenlediği ‘Derin Ekoloji’ çalışmasına da katılmıştım. Merak edenler youtube’da videolarını da izleyebilirler.

Kitabın Aktif Umut Nedir başlıklı kısmından bazı paragrafları paylaşacağım.

‘İçinde bulunduğumuz durum her ne olursa olsun, tepkimizi seçebiliriz. Kahredici sorunlarla karşı karşıya kaldığımız zamanlarda, davranışlarımızın fazla bir etkisi olmayacağı duygusuna kapılabiliriz. Ne türlü tepki göstereceğimizi ve bunların ne denli etkili olduğuna inancımızı, umut hakkında neler düşündüğümüz ve nasıl hissettiğimiz belirler……

“Umut” sözcüğünün iki ayrı anlamı vardır. Birincisi umutlu olmayı içerir; tercih ettiğimiz sonucun gerçekleşmesi makul derecede muhtemel görünür. Eğer bir eylemde bulunmadan önce bu türden bir umudun var olması koşulunu koyarsak, şansımızı pek de yüksek görmediğimiz alanlarda göstereceğimiz tepkilerin önü kesilecektir.

İkinci anlam arzu etmekle ilgilidir. Bizim yolculuğumuzu başlatan neleri umduğumuzu ve nelerin olmasını bilmek. Asıl fark yaratan, bu umutla ne yaptığımızdır. “Edilgen umut”, dış etkenler arzuladığımız şeyin gerçekleşmesini sağlasın diye beklemektir. “Aktif umut” ise, umduğumuz şeyin gerçekleşmesi için sürece etkin olarak katılmamızla ilgilidir.

Aktif umut, bir alıştırmadır. Tıpkı tai chi ya da bahçecilik gibi, sahip olmaktan çok, bizzat yaptığımız bir şeydir. Bu herhangi bir duruma uygulayabileceğimiz bir süreçtir ve üç kilit aşama içerir:

İlkinde, gerçekliği açık bir şekilde gözlemleriz; ikincisinde, olayların ilerlemesini istediğimiz istikamet ya da vurgulandığını görmek istediğimiz değerler anlamında neleri umut ettiğimizi belirleriz ve üçüncüsünde de şahsımızın veya durumumuzun o yönde ilerlemesini sağlayacak adımlar atarız.

Aktif Umut, iyimserliğimizi gerektirmediğinden kendimizi umutsuz hissettiğimiz alanlara bile uygulayabiliriz. Buradaki rehber itici güç niyettir; neyi gerçekleştirmek, yapmak veya ifade etmek istediğimizi biz seçeriz. Şansımızı tartmak ve ancak umut varsa devam etmektense, neye niyet ettiğimizie odaklanır ve bize rehberlik etmesine izin veririz.’


Umarım bu kadar giriş kitabın içeriğine ilişkin merak uyandırır ve hemen kitaptan edinip okumaya, daha önemlisi kitapta verilen “Bunu Deneyin” çalışmalarını yapmaya başlarsınız. Umutların yer yer azaldığı günümüzde yeniden umut aşılayan, hem de aktif umutu bulmamıza destek olacak bir kitap.

Artık iyi şeyleri bulaştırmanın, yaymanın zamanı geldi!

Korona ve ODTÜ Esnafı

Mart ayında tamıştığımız korona pandemisinin ilk zamanlarında yaz gelince pandeminin biteceğini ve hayatın normal akışına geri döneceğimizi ümit ediyordum. Ama hiç de öyle olmadı, maske, sosyal mesafe, uzun süre su ve sabunla el yıkama önlemlerine yaz aylarında uzun süreli ev hapisleri eklendi. Zaman zaman gevşeyen yasaklar korona vakalarının çok artmasına hatta kontrolden çıkmasına neden oldu. Tabii bunlar yeni kısıtlamalar ve yasakları getirdi. Oysa az da olsa bazı ülkeler koronanın yayılmasını durdurabildiler, yavaşlatabildiler. Türkiyede ekonomi veya sağlık tercihi yaşanıyor. Tamamen eve kapanınca ekonomi çarkı nasıl dönecek cevabı bulunamıyor.

ODTÜ bölüm ve yurtlardaki kantinler, çarşı ve diğer yemek içme mekanlarıyla epey esnafı barındırıyor. Geri dönebilme umuduyla üniversite yurtlarından ayrılan öğrenciler daha sonra eğitim online devam etmesiyle geri gelemediler. Şu an üniversitede 3-4 yurt açık tutuluyor. ODTÜ öğrencilerinin yoğun yaşadığı Yüzüncü Yıl’daki evlerden ilk aylarda büyük oranda taşınmalar oldu. Daha sonra Ankara’ya geri dönen gençler yurtlara yerleşemeyince yeniden Yüzüncü Yıl’daki evleri doldurdular. Bu süreç nereye kadar nasıl sürecek kestirmek çok kolay değil. Ümit aşıda!

Pandemiden kısa bir süre sonra kapatılan dükkanlar, sonrasında açılma sürecinde bile toparlanamadılar. Bazıları geri açılamadı. Esnaf artık kirasını ödeyecek satışı bile yapamıyor. Yazımda bu esnaf arasında bugün ufak bir şehir nüfusunu barındıran üniversitemin yegane kitapcısı “Öykücü” Kitapevini ele alacağım. Kitapevinin sahibi Hüseyin Bey izin verilen tüm zamanlarda dükkanını açık tuttu. Hüseyin Bey normal zamanlarda da yanında birisini çalıştıracak kadar çok para kazanamadığından kitapları şehirden almaya gittiğinde dükkanda eşi durur. Biz de daha önce de olduğu gibi tüm kitaplarımızı kendisinden temin ettik. Hüseyin Bey cep telefonuna verdiğimiz siparişimizi en kısa zamanda temin edip bana haber verdi. Kitap insanın en iyi dostu, hele de pandemi günlerinde okuyabildiğim kadar okuyorum. Benim sevdiklerime en çok verdiğim hediye kitaptır. Dün de hediye kitap almak için Öykücü’ye uğradım, ayak üstü Hüseyin Bey ile dertleştik. Bir grup öğretim üyesi “Askıda Kitap” uygulaması ile hesabına para yatırmışlar, öğrenciler gelip oluşan fonun karşılığında kitap alabilsinler diye. Ama yurtlar boş, dersler on line, üniversitede öğrenci yok, ortalıkta çalışanlar yok gibi. Dolayısıyla Askıda Kitap çalışması da yarım kalmış. Hafta sonları mezunlar, çalışanlar çocuklarıyla üniversiteye gelip kitap alabiliyorlarken artık o da mümkün değil. Hatta bazıları gelip kapıda bile kitaplarını teslim alıyormuş. Hüseyin Bey kendisine destek olabileceğimiz her türlü öneriye açık. Hatta kitapları Vişnelikteki Mezunlar Derneğimize bile götürebileceğini söyledi.

Haydi ODTÜ Öykücü’den başlıyarak ODTÜ Esnafına sahip çıkalım.

Öykücü Kitapevi, Hüseyin Çek telefonu: 05365752009

Korona günlerinde kayıplarımız

2020 Martında hayatımıza giren korona tüm dünyada her şeyi alt üst etti. Eve kapan, belli saatlerde çıkabilirsin. Eğitim çevirimiçi, toplantılar çevirimiçi, hayat çevirimiçi oluverdi. Ama biz çevirimiçi varlıklar değiliz ki. Zorlanıyoruz. Ama korona dur durak bilmiyor. Birinci dalgadan sonra gelen ikinci dalga daha ağır geçiyor. Nufusun üçte ikisine korona bulaşması bekleniyormuş, yani tüm dünyada 5 milyon kişi koronadan nasiplenecek. Bu ara peş peşe aşı haberleri çıkmaya başladı. Umut vaad eden aşılardan ilki Almanya’dan karı koca iki Türk asıllı doktorların firması Biontech’in geliştirdiği aşı. Prof. Uğur Şahin ve Prof. Özlem Türeci müthiş bir iş başardılar. Aşının %90 başarılı olduğu dile getiriliyor. Pfizer firmasıyla ortaklaşa tüm dünyaya yayılacak ve insanlar biraz nefes alacaklar. Şimdiden maskesiz hayatı düşlüyorum. Yeniden insanlara sarılabilmek, rahatca seyahat edebilmek, arasıra operaya gitmek……. Garip ama şu an aklıma çok da fazla şey gelmedi koronasız günlerde yapmak istediğim. 8 ayda kısıtlamalara alışmışım galiba. Neyse hele bir koronasız günler gelsin.

Bu yazımda korona günlerinde kaybettiklerimi kayda geçirmek istedim. Bu kayıplarım hemen hepsi korona dışı vafatlar. Evden çıkamadığımız Mart ayının son haftasında ODTÜ Kimya Bölümü’nden arkadaşımız Prof. Dr. Hale Göktürk bizi ilk terk eden oldu. Hale çalışmalarında ve eğitim faaliyetlerinde son derece titiz bir arkadaşımızdı. Bir süre de Dekan Yardımcılığı yapmıştı. Hastalığını hiç duymadık, ama bir süredir hastanede kanserden yatıyormuş. Sokağa çıkmak yasak olduğundan cenazesine hiç kimse gidemedi. Bir öğleden sonra yan komşumuz kapıyı çaldı ve eşinin vefat haberini verdi. Komşumuz Kemal Bey epeydir evde yatıyordu. Sessiz sakin bir insandı. Eşi kedileriyle yalnız kaldı. Daha sonraki günlerde yine evde uzunca süredir yatan başka bir komşumuz vefat etti. Eşi evde yalnız kalmadı, çocukları alıp götürdüler. Umarım keyfi yerindedir. Bizim sokakta başka bir komşumuz koronaya yenik düşüp aramızdan ayrıldı. Kimya Bölümünden arkadaşımız Prof. Dr. O. Yavuz Ataman kansere yenik düştü. Yavuz da uzunca yıllar bizim komşumuzdu. Daha sonra kendisi eşiyle taşındı Yavuz’un kızı komşumuz oldu. Yavuz iki dönem Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı yapmıştı. Uzunca yıllardır Kimyagerler Derneğinin Başkanlığını yürütüyordu. Ekim ayında Halamın kızı uzun yıllardır tedavi gören, hatta akciğer nakli bile olan sevgili oğlu Umit’i yitirdi. Çok büyük acı, fedakar bir anne, genç bir eş, minik bir yavru…..İki hafta önce de bir komşumuz uzunca süredir evde yatan annesini kaybetti. En son acı haberi Whatsup’tan aldım. Kimya Bölümünden aynı dönemlerden arkadaşımızı bir trafik kazasında kaybettik. ODTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümünden Prof. Dr. Osman Sevaioğlu’nu korona elimizden aldı. ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümünden Prof. Dr. Neşe Yalabık da kansere yenik düştü. Bu yazıyı kaleme alırken amacım bir ölüm listesi çıkartmak değildi. Ama Korona günlerinde ölümlerle tattığımız acıları bile paylaşamadık. Ne camii, ne mezarlık ziyaretleri, ne anma törenleri, ne doyasıya ağlayabilme, ölenin yakınlarına sarılıp teselli edebilme. Hiç birini yapamadık. Yas tutabilmek ve yası paylaşabilmek de ne önemli bir ihtiyaçmış aslında. Acılar paylaştıkça azalır derlerdi. Giden gelmiyor geri ama korona bitince bir yas paylaşım etkinliği de yapmalıyız.

Herkese sağlıklı günler diliyorum..

Birlikte bir yaşam…

Diana Leafe Christian GEN-Avrupa- Küresel Ekoköyler Ağı’nın bildiği bir isim. GEN-Avrupa üyeleri bu seneye kadar her yıl avrupada bir ekoköyde bir araya gelirdik. Daha sonraları üye toplantısı ilk 2-3 güne planlandı ve geniş katılımlı 3-4 günlük konferans programı eklendi. Diana Leafe Christian Portekiz’deki Tamera Ekoköyü’ndeki konferans konuşmacılarındandı. Kendisi de Amerika’da bir ekoköyde yaşıyor. 2003 yılında yazdığı kitabı: Creating a Life Together, Practical Tools to Grow Ecovillages and Intentional Communities. 2020 Ağustosunda “Yeni İnsan Yayınevi” bu kitabı Türkçeye kazandırdı. Orijinal kitabı altını çizerek okumuştum ve vaktim olsa da tercüme edebilsem diye içimden geçirirdim. Türkçe basımı Zeliha Yıldırım’ın güzel tercümesiyle raflara yerleşti. “Birlikte Bir Yaşam Kurmak, ekoköyler ve niyetli topluluklar için pratik bilgiler” Dostlarıma, yakınlarıma en çok armağan ettiğim şey kitaptır. Şimdiye kadar Marshall Rosenberg’in “Şiddetsiz İletişim” kitabından kaç kopya armağan ettiğimi saymadım, ama epey oldu. Hemen kendime “Birlikte bir Yaşam Kurmak” kitabından bir kopya aldım, Güneşköy gönüllüsü bir gençe armağan etmek üzere de ikinci bir kopaya aldım.

Son yıllarda Türkiye’de de gençler bir araya gelip birlikte bir yaşam kurmaya niyet ediyorlar. Ancak kitapta bana en çarpıcı gelen yurt dışında bu niyetle yola çıkanların sadece yüzde 10’unun başarılı olduğu. Yüzde 90 bu birlikteliği kuramıyor. Bu amaçla bir araya gelenler tüm birikimlerini bu yola harcıyor, çok fazla enerjiler koyuyorlar, ama başaramıyorlar. Tüm birikimler ve emekler heba oluyor. Sonuç kocaman bir hayal kırıklığı. Kitap başarılı ve başarısız ekoköy girişim örneklerini ele almış ve başarılı girişimler için yapılması gerekenleri tane tane anlatıyor. Tabii başarısız olanların da neleri yapıp neleri yapmadıkları anlatılıyor. Ekoköy ve benzeri ortak girişime niyetlenenler benim fikrimi sorduklarında ingilizce bilenlere bu kitabı öneriyordum. Ne güzel, artık isteyen kendi dilimizde okuyabilecek. Böyle bir niyetiniz varsa hemen bu kitaptan bir kopya alın ve grup arkadaşlarınızla birlikte okuyun, hatta çalışın. Önerileri yerine getirin ve yüzde 10’un içine girmeyi hedefleyin. Tabii birlikte yaşam kurmak için kırsalda bir arazi almak gerekmiyor. Avrupada şehirlerde ortak konut- cohousing- uygulamaları da yaygın. Bazılarında her şey ortak olabildiği gibi, bazılarında mutfak ortak olabiliyor. Özen gösterilen şey herkesin en az kişisel bir odasının olması. ODTÜ öğrencilerinin büyük çoğunluğu üniversiteye yürüme mesafesinde Yüzüncü Yıl semtinde yaşıyor. Bu evlerde 3-5 kişi birlikte yaşam sürdürmeye çalışıyor. Ama pek çoğunun evi tutarken ortak yaşam için aralarında gerekli anlaşmaları yaptıklarını sanmıyorum. Zaman zaman sonu iyi bitmeyen birliktelikler oluyor. Bu kitap aslında ortak yaşam oluşturmaya niyetli gençlere de yararlı olur kanısındayım.

Benim düşünceme göre bir ekoköy ya da niyetli bir topluluk kurmanın özü bu amaçla bir araya gelenlerin bir aile gibi hissetmelerinden ve davranabilmelerinden geçiyor. Ailesinde sorun yaşayan gençler bu sözümü duymak istemiyor. Ama güzel ilişkilerin olduğu bir ailenin yerini başka bir şey dolduramaz. Zaman zaman çatışmalar, kırılmalar olsa da zamanla biriktirdiğiniz “sevgi”, daha da önemlisi “güven” bunların üstesinden gelmenizde yardımcı olur. Öğrencilerimle her dönem başında çeşitli anlaşmalar yaparız. Anlaşma derslerde cep telefonu kullanılmaması, yoklama listesinde başkasına imza attırılmaması benzeri şeyleri içerir. Onlara güvenmek istediğimi ve bu güvenimi sarsmamalarını rica ederim. Güven konusu diğer ilişkilerde de önemsediğim bir şey.

Kitabın içeriğine pek değinmeyeceğim. Ama birileriyle şehirde, kırsalda ortak bir yaşam kurmayı düşünenlerin bu kitabı satın alıp okumalarını öneririm. Belki de başarı oranını yüzde 10’lardan daha yüksek oranlara çıkartabilirsiniz. Pandemi döneminde en önemli şeylerden birisi de paylaşım, dayanışma ve birlikte bir şeyler yapabilmek. Kimbilir bu paylaşım ve dayanışma birlikte bir yaşam kurmanın tohumlarını ekmenize yardımcı olabilir. Tabii tohumu ekmek yetmiyor; çapalamak, sulamak, otları ayıklamak… bol sevgi vermek, sonunda güzel ürünlere kavuşmak!!

ODTÜ Ormanı ve Bozkırı Yaşamalıdır

ODTÜ’nün kuruluşu 1956 ama mevcut yerleşkeye geçiş ve ODTÜ’nün ormanlaşması 1960’lı yıllarda. Ormanın oluşmasında başlangıçta Orman Bakanlığının da desteği çok olmuş ve o yıllarda Atatürk Ormanı diye biliniyormuş. Bir zamanlar Yalıncak’ta bakanlığa ait bir orman fidanlığı vardı. Çocukluğumuzda ailelerimiz her sene bizi bir kaç kez Atatürk Orman Çiftliğine götürürdü. Daha sonraları bu alan içindeki hayvanat bahçesi  çocuklarımızı sık sık götürüp hayvanları tanıttığımız, onlara hayvan sevgisi aşıladığımız mekandı. Şimdi yok mu demeliyiz? Sürdüremedik. ODTÜ’de yapıların dışındaki pek çok alan ODTÜ ormanı. Tabii bunu dile getirirken bozkırı da unutmayalım. Bozkırın zenginliğini Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Derneği-KIRÇEV’deki dostlarımdan ve hocalarımdan öğrendim. Onlar her sene gönüllü olarak, çok kişinin katıldığı Dendroloji ve Bozkır okulları düzenlerler.  İlk Rektörlerden Kemal Kurdaş’ın ağzından duymuştum ilk yıllarda dikmek için yeterince çınar fidanı bulmakta zorlanmışlar. Ama ailecek çıktıkları bir karadeniz seyahati sırasında Kurdaş’ın dikkatini ağaçlar çekmiş. İki Kamyon dolusu çınar fidanı Bartın Deresinden sökülüp ODTÜ’ye getirilmiş. Rektör Kurdaş o zamanlar ağaçlandırmadan sorumlu Alaaddin Egemen’e bir gün “bu ağaçlar pek büyümüyor, evlerinden yurtlarından ettik, yazık olmasın, bir bakın” demiş. Alaattin Bey bir ağacın kök kısmını kazdırdığında ağacın köklerinin derinlere doğru epey gittiğini fark ettiklerini, bunu görünce de rahatlayıp işte ağaçlar yeni evlerine yerleşmeye çalışıyorlar diye değerlendirdiklerini paylaşmıştı. Üniversitemizin değişik noktalarında çok sayıda çınar ağacı sağlıklı bir şekilde büyüyüp serpildiler. Sadece çınarlar mı? Karaçamlar, sarı çamlar, sedirler, ahlatlar, alıçlar… Son yıllarda çok güçlü yayılan aylanduzlar.  Çeşit çeşit ağaç ve çalı türü bitkiler, diğer doğal bitkilerle ODTÜ Ormanı yemyeşil. Tabii orman diğer canlıları da davet ediyor, mevsimine göre çeşit çeşit kuşlar ormanda uçar, şarkı söyler, her mevsimde değişen renk renk çiçekleri de unutmayalım. Kaplumbağalar, tavşanlar, tilkiler ve kimbilir kaç çeşit böcek ve kelebekler: ODTÜ Ormanı gerçekten çok zengin bir doğa parçası. Ankara için bir hazine!!

Bu pandemi süresince hemen hergün eşimle kendimizi ormanda bulduk, 1.5 saatle başlayan yürüyüşümüz zaman zaman 3-4 saate çıktı. Çoğu zaman sabah erken, zaman zaman akşam üzeri ormanda yürüyoruz. Ormanımızı hep severdik de ormanla bu kadar düzenli ve uzun süreli birlikte olmamıştık.  “Orman Banyosu” diye de bir kavram varmış. Japonlar bu konuda araştırmalar yapmışlar hatta bir kitap bile var bu konuda. Forest Bathing-  yazarı Dr. Qing Li, Japoncası Shinrin-yoku, orman banyosu kan basıncını- tansiyonu, stresi ve kan şekerini düşürüyormuş. Orman yürüyüşlerinde ormandaki ağaçların salgıladıkları sağlıklı doğal kimyasallar insanın canına can katıyormuş.

Kemal Kurdaş’la başlayan ODTÜ ormanına diğer rektörlerin pek çoğu da sahip çıktı, her sene geniş katılımlı ağaç dikme etkinlikleri yaptılar. Öğrencilik yıllarımdan başlıyarak bu etkinliklere katılıp çok sayıda ağaç diktim. Biz adeta bu ağaçlarla büyüdük. Zamanla onların kocaman ağaçlara dönüşmelerine tanık olmak da çok keyifli. Onların bizlerden sonra da yaşayabilmelerini çok isterim ve böyle olacağını ümit ediyorum.

Ancak ağaç dikme etkinlikleri artık pek yapılmıyor, yapılsa da sembolik ve oldukça az katılımla, o nedenle öğrencilerin ağaçlarla bağı koptu. Giderek  bazı yöneticilerin de ormanımızı yeterince tanımadıklarını düşünmeye başladım. İnsan tanımadığını sevemiyor diye düşünüyorum. Hatta epeydir ODTÜ Rektörünü ODTÜ Ormanı yürüyüşüne davet etmeyi bile düşünüyorum. Kasvetli ofisinden çıkıp doğada olmak çok iyi gelir.  Kimbilir ormanı tanıyınca belki sever ve başkalarının da orman kıymalarına izin vermez!!

Korona salgınıyla birlikte doğaya saldırı azalır diye ümit ediyordum ama galiba tam da öyle olmuyor. Son kalan doğa parçalarında 766 noktada maden arama izni verilmesiyle ilgili girişimler var. Doğadaki canım yabani hayvanla avcılara peşkeş çekiliyor. Belki daha sonra daha uzun yazarım ama yeri gelmişken Doğanın Hakları- Rights of Nature diye de bir hareket var. 4-5 sene önce Findhorn Ekoköyünde Mumta İto isimli bir avukatı dinlemiştik. Artık avukatlık yapmıyor Doğanın Haklarını korumak için çalışıyor. Yeterince imza toplayabilirse Doğa Haklarını Avrupa birliği yasalarına geçirmek gibi bir hedefi vardı. Doğa Hakları bazı  ülkelerin anayasasına dahil edilmiş bile.

Sanki pandemi iklim değişikliğinin önemi konusunda endişeleri biraz ikinci sıraya itti. Oysa yanıyoruz, adeta kavruluyoruz. Mevsim normallerinin 4-8 derece üstünde sıcaklar günlerce sürüyor. Belli zamanlarda sokağa çıkmak sağlık için zararlı olabilir. Fosil yakıtların neden olduğu sera gazları da iklimin değişmesinde baş etmen. Ülkemizde pandemiyle birlikte insanlar daha güvenli diyerek toplu taşıma yerine kendi arabalarını daha fazla kullanır oldular. Türkiye’de iklim değişti değişmesine, hem de çok ciddi değişti, daha da kötüye gidecek ama iklim değişikliği kavramı buralarda pek bilinmiyor, önlem alınmıyor, bu konuda atılan somut  bir adım duymadım. Hem bireysel hem hükümet katında yapılanlar sıfır. Tabii pandeminin etkisiyle uçuşlar, şehirlerarası ve yurtdışı seyahatler epey azaldı. İklim değişikliğinin ilacı da ormanlar. Ama ülkemizde orman katliamı bitmek bilmiyor. ODTÜ Ormanı bile önce doğusundan geçen karayolu ile sonra batısından geçirilmeye çalışılan karayoluyla çok sayıda ağaçlarını yitirdi. Hele kendi çalışanlarımızın elleriyle yurt yapma adına bir kaç saat içinde katledilen canım kavaklara ne demeli. Neyseki yurt yapılmadı da kavaklar kalan sürgünlerden fışkırıverdi. Ağaçları kestiğinizde sadece ağacı yok etmiyorsunuz oradaki koskoca doğal bir dünya oluşmuş onlar da yok oluveriyor, evlerini korunaklarını yitiriyor. Artık orman katliamları olmasın!  Ormanımıza, bozkırımıza sahip çıkalım da bizden sonra da yaşasınlar, zaten faydaları öyle çok, ama artık bırakalım da kendileri için de yaşasınlar..